.

Floransa Mozaik Sanatı

Taşın Sanata Dönüşümü.

Rölyef Sanatı

Kabartma ve doku deformasyon. Eskitme çalışması.

Resme giriş ve Karakalem

Resme giriş ve Karakalem Çizim Teknikleri hakkında bilinmesi gereken tüm önemli konular.

Cuma, Ocak 17, 2014

Kitap Sanatı

KİTAP SANATI




Yazılı ve basılı eserlerin dağılmadan saklanması, yapraklarının
yıpranmasını önlemek için yapılan koruyucu sert kapaklara “Cilt” denmektedir.
Arapça kökenli bir sözcük olan cildin dilimizdeki karışlığı kap, deri, kitap, meşin gibi hemen hemen eş anlamlı deyimlerdir.

Kur’an-ı Kerim’in en yetkin biçimde yazılıp süslenmesi, özellikle Türk sanatçılarınca ibadet gibi kabul edilmiştir. Bu nedenle zaman içinde kitap sanatlarıyla birlikte ciltçilik de gelişmiştir. Bu işi yapan sanatçılara “Mücellid” adı verilmektedir. Osmanlı sarayının maaşlı kapıkulu sanatçıları arasında mücellid sınıfı da bulunmaktaydı.

Şimdi bir cildi oluşturan ögeleri tanıyalım: Arap alfabesi ile yazılan kitaplar sağdan sola okunduğu için, üst kapak sağ tarafta yer almaktadır. Sol taraftaki alt kapak ise kitabın arka yüzünü örter. Alt kapağın uzun kenarının serbest kalan kısmına “Mikleb” denir. Ucu sivri olan bu parça, üst kapağın altına girmektedir. Miklebin hareketini sağlayan, alt kapağa bağlandığı parçaya da “Sertab” adı verilir. Bu parçanın her iki yanındaki kısma ise “Dudak” denir. “Sırt” ise kitabın dikiş kısmını örter. Sırt ile kapaklar arasındaki boşluklara da “Mukat payı” adı verilir. Kenar dikişinin kalıcı olması için elle yapılan örgü ise “şiraze” adını alır. Ciltler eskiden genellikle koyun, sahtiyan denilen keçi ve rak denan ince traşlı ceylanderisinden yapılıyor, dönemin zevkine görede içi fildişi, sedef, kaplumbağa kabuğu, kumaş ya da altın plaka ile süsleniyordu.

Bir ciltte süsleme dış kapaklara, sertab, mikleb ve kapakların iç kısmına yapılır. Sırt ise düz ve süslemesiz bırakılır. Süsleme için genelde varak altın, dikiş için de ipek iplik kullanılır. Kalıpla yapılan ciltlerde ortada şemse denen oval ya da yuvarlak bir süsleme formu bulunur. Bunun uzantılarına “Salbek”, etrafına çizilen mızrak ucu biçimindeki oklara da “Tığ” denir. Tüm bu ögeler ise bir çerçeve ile çevrelenir. Çerçeve üstündeki oval, yuvarlak parçalara ise “Kartuş” adı verilir. şemseli ciltler, deri ciltler içinde en klasik ve süslü örneklerdir. şemsenin biçimine ve yapılış tarzına göre değişik adlar alırlar.

“Soğuk şemse” denen tarz uygulanırken motifler kalıptan çıktığı gibi, deri rengi değiştirilmeksizin süsleme yapılır. “Alttan Ayırma şemse”de kabarık olarak beliren motif deri renginde bırakılır, zemin de boya ve altınla renklendirilir. “Üstten Ayırma şemse”de ise bunun tam tersi söz konusudur. Kabarık olarak beliren motifler renklendirilir, zemin deri renginde bırakılır. “Mülemma şemse”de ilginç bir uygulama olarak, zemin ve motiflerin her ikisi de altın ile süslenir. “Mülevvan şemse” adı verilen örneklerde ise kabarık olarak beliren motiflerin üzeri farklı renkte deri parçaları yapıştırılarak bezenmiştir. Bir başka süsleme türü de kağıt veya derinin dantel gibi oyularak işlenmesiyle elde edilir. Bu tür örnekler “Müşebbak şemse” adı ile anılırlar. “Kaat’ı” denilen bu süsleme biçimi, ciltlerin özellikle iç kapaklarında görülür. Cilt yapımında kullanılan bir başka yöntem de süslemenin deri üzerine ucu kör bir aletle yapılmasıdır. Bu biçimde elde edilen süsleme altın, gümüş ve boya ile ayrıca renklendirilir. Yazma tarzında yapılan ciltlerde ise süsleme, serbest fırça ile altın sürülerek tamamlanır. Aynı türün bir başka uygulaması cilt kapağının yaprak ve çiçek motiflerinden oluşan bir süslemeye sahip olduğu ve “Zerbahar” adı verilen gruptur. “Carguşe” denen cilt türünde ise, cilt kapağının çevresi deri ile kaplanır, ortada da süslemeyi oluşturan kumaş, ebru ve benzeri maddeler yer alır. Öte yandan, deri üzerine ipek ya da altın ipliklerle el işleme ciltler de yapılmıştır. Deri ve kumaş ciltlerin yanı sıra, değişik malzemelerden yapılan kitap kapları da bulunmaktadır. Bunların en önemlilerinden biri de lake, rugani ya da “Edirnekari” olarak adlandırılan türdür. Kağıtların birinin suyu ötekinin aksi yöne gelecek biçimde, istenilen kalınlık elde edilinceye değin birbirinin üzerine yapıştırılması ile oluşan kapaklara boya, ezme altın ve serbest fırça ile süsleme yapılır. Üzerine de rugani denilen ve gümüş, altın, sedef tozu karıştırılan lak sürülür.

Öte yandan, kısaca “Bağa” denilen kaplumbağa kabuğundan yapılmış kitap kapları da vardır. Mukavva taslak üzerine klasik süsleme motifleri telle belirtilir, cilt kapağı da bağa ile kaplanır. Bir başka tür ise, kompozisyonun mukavva iskelet ve pamuklu bez üzerine fildişi süslemeli parçaların yapıştırılmasıyla oluştuğu uygulamadır. Ayrıca, tahta iskelet üzerine mozaik sedef parçalar kullanılarak oluşturulmuş kompozisyonlar da vardır.

Osmanlı ciltleri içinde ise “Murassa” kitap kapları bir başka grubu oluşturur. Bu türün değerli örnekleri Topkapı Sarayı, Süleymaniye Kütüphanesi ve İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Bu tür ciltlerde tahta yada mukavva taslak, altın ve gümüş plaka ile kaplanır. Plakaların üstü dantel gibi oyularak ya da kıymetli taşlarla süslenir. Bu gruptaki ciltlerin sırtları genellikle altın zincirlidir. ıç kapaklarında ise altın kaat’ı süsleme bulunur.

Müslümanlığın yayıldığı bölgelerde Kur’an’ın çoğaltılması ve saklanması arzusu, çilçiliğin önemli bir sanat kolu olarak gelişmesine neden olmuştur. Her dönemin ve bölgenin kendine özgü beğenisini yansıtan motif ve düzenlemeler oluşmuştur. İslam dünyasında kaliteli ciltlerin üretildiği merkezlerden biri de Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’dur. Öte yandan ıran’da Timurlular, Akkoyunlu Türkmenleri, Safeviler, Mısır’da Memlüklüler dönemlerinde İslam ciltçiliğin özgün ve seçkin örnekleri üretilmiştir.

15. yüzyıl, Osmanlıların en değerli cilt örneklerini vermeye başladıkları dönemdir. Ciltler yuvarlak dilimli şemseli, iri bitkisel desenli, oldukça yalın ama kalitelidir. Üç yapraklı yonca, ıtır, bulut, tepelik ve tığ sık kullanılan motiflerdir. Bu dönemde Fatih Sultan Mehmed yazdırdığı kitaplar için özel bir kütüphane, süslemeleri için de Saray’da bir nakışhane kurdurmuştu. ılk ciltçilik teşkilatı ise Bayezid zamanında (1481-1512) kurulmuştur. Evliya Çelebi bu işler için Saray’da 50, dışarıda 300 kişinin uğraştığını, Bayezid Camii çevresinde bu işle uğraşanlara ait 100 kadar dükkanın bulunduğunu söylemektedir. Bu ciltlerin bazıları altı ayda tamamlanır ve bir han ya da hamam inşaatına yetecek kadar para harcanırdı. Bir kitabın yazımı ve cilt işleri, bazen de birkaç yıl sürerdi.

16. yüzyıl Türk ciltçiliğinin klasik çağıdır. Ciltlerin şemseleri artık 15. yüzyıldaki gibi yuvarlak dilimli olmayıp, beyzi ve salbeklidir. Genellekle sarı ve yeşil olmak üzere iki değişik tonda altın kullanılmıştır. Bitkisel süslemenin ağırlıkta olduğu ciltlerde nar çiçeği, altılı çiçek, rumi, gonca gül, tığ, tepelik oldukça sık kullanılan motiflerdir.

17. yüzyılda cilt kapaklarındaki kompozisyonlarda bir çözülme başlar. Klasik motiflerin yanında yeni süslemelere de rastlanır. Köşebent ve bordür kalkmış, bunların yerine yanları ve tepeleri çıkıntılı büyük dikdörtgen şemseler belirmeye başlamıştır. Klasik düzeni koruyan örneklerde ise salbekler çok büyük boyutlarda ele alınmış ve şemseden ayrılmıştır.

18. yüzyılda sanatta görülen canlanma ciltçiliğe de yansımıştır. Kanuni dönemi (1520-1566) kitap kapları ile hemen hemen aynı değerde olan 18. yüzyıl klasik ciltlerinin yanı sıra, lake tekniğinde yapılmış kitap kapları da yaygınlaşmıştır. Bu tür örnekler özellikle Diyarbakır, Bursa, İstanbul ve Edirne’de yapılmıştır. Çiçek süslemelerinin yanında kimi örneklerde, Batı resmi anlayışında manzaralar da bulunmaktadır.

19. ve 20. yüzyıllarda cilt süslemelerinde pek fazla bir değişiklik görülmez. Genelde eski motifler yinelenir. Günümüzde ise büyük bir emekle ve sanatçı titizliğiyle hazırlanan klasik ciltlerin yerini, yapımı daha az uğraş isteyen modern ciltler almıştır.

Kitap sanatı başlıklı bu çalışmada biraz da yazı konusuna değinmek, bu alandaki örnekleri tanımak gerekir. Her uygarlığın kendine özgü bir yazısı olduğu bilinir. Bir uygarlık ya da toplum hakkında bilgi edinmenin baş koıullarından biri de onun yazısını tanımaktır.

İslam yazısı yeryüzündeki en yaygın yazılardan biridir. İslam dünyasının ortaklaşa geliştirdiği yazı sanatı, hemen tümüyle dini niteliklidir. Bu alanda Türklerin büyük bir hizmeti söz konusudur. Yazı tarihinde çığır açmış, bir ekol başlatmış sanatçıların çoğunlukla Türk olduğu görülür. Yazının yalnızca okunabilir olması yetmez, bir sanat dalı olarak göze güzel görünmesi de gereklidir. Öte yandan, Türk sanatında yazının dekoratif amaçla da sık sık kullanılmış olduğuna tanık oluruz. Yazı, yazma eserlerden başka kumaş, halı, çini, tahta ve taş işçiliğinde, madeni eşyada ve tuğla işçiliğinde de karışmıza çıkmaktadır. Tüm bu alanlardaki örnekler, dekoratif nitelikli de olsalar, hiç kuşku yok ki, Türklerin yazıya verdikleri önemi göstermektedir.

Bu sanat dalı yazı anlamındaki “Hat” sözcüğü ile anılır. “Hüsnihat” ise güzel, estetik kurallara bağlı, ölçülü yazmak demektir. Bu alandaki sanatçıları da “Hattat” diye tanımlıyoruz. Bu sanatı el, kalem, mürekkep gibi maddi araçların, sanatçının kişiliğindeki duygularla birleşerek oluşturdukları bir ruh olayı olarak tanımlayabiliriz. Çünkü hat sanatı konusunu doğadan değil, insan ruhundan alır. İslam dünyasında hat sanatının sınır tanımaksızın gelişmesinin bir nedeni de Kur’an’daki ayet ve Hz.Muhammed’in hadislerinin bazılarındaki güzel yazı yazmaya teşviklerdir.

İslam yazılarının ilki “Ma’kılî” yazıdır. Bu yazıda tüm harfler düz ve köşelidir. Daha sonra da bir kısmı düz, bir kısmı yuvarlak harflere sahip olan ve Kufe kentinde geliştiği için “Kufi yazı” adını alan tür doğmuştur. Hz. Osman ve Ali’nin kufi türdeki çalışması, izleyenlerde hayret uyandıracak denli başarılı bir örnektir. Hat sanatında “Aklam-Sitte” ya da “şeş Kalem” diye anılan altı çeşit yazı türü vardır. Bunlar sülüs, muhakkak, reyhanî, nesih, tevkiî ve rik’adır. Ayrıca divanî, talik ve müselsel yazı türleri de zaman içinde önem kazanmıştır. Abbasiler ise nesih ve sülüs yazı türünü benimsemişlerdir.

Selçuklularca kullanılan köşeli formların egemen olduğu kufî yazı, daha sonra Osmanlı hattatlarınca pek sevilmemiş ve terk edilmiştir. Ancak kufî yazı, yazının süsleme amacıyla kullanıldığı yerlerde, değişik çizgileri nedeniyle hep gündemde olmuştur. Giderek örgülü kufî, çiçekli kufî gibi türleri çini sanatında dekoratif motif olarak ele alınmıştır.

Türk yazı sanatı asıl parlak dönemini Osmanlı hattatları ile yaşamıştır, Daha 13. yüzyıl sonlarında altı çeşit yazının tüm kurallarını toplayarak başarı ile uygulayan kişi, Amasyalı Yakut-ül Musta’sımî’dir. Bu ustanın çıkardığı “Yakut üslubu”, zamanla tüm İslam ülkelerine yayılmıştır.

15. yüzyıl, bilindiği gibi Osmanlı sanatında tüm alanlarda bir doruk noktasıdır. Bu dönemde, hat sanatında çok önemli bir sanatçı olan Amasyalı şeyh Hamdullah’la karışlaşırız. şeyh Hamdullah, Osmanlılarda hattatlığın başlama noktası olarak kabul edilmektedir. Fatih’in şehzadesi Bayezid, Amasya’da vali iken şeyh Hamdullah’dan hat dersleri almış, padişah olunca da onu İstanbul’a getirtmiş, Saray-ı Hümayun’a hoca yapmıştır. Sülüs ve nesih yazıya en olgun biçimini şeyh Hamdullah vermiştir. Uzun süre kullanılan yeni bir ekolün kurucusu olan bu büyük usta, ailesinden de pek çok hattat yetiştirmiş, kendisi de 47 Kur’an, 1000 kadar da en’am ve murakka yazmıştır. İstanbul’daki Bayezid ve Firuz Ağa Camii kitabeleri de bu sanatçının ürünleridir.

Kanuni döneminin en başta gelen sanatçısı ise Ahmet Karahisarî’dir. Yakut’un yazı tarzını canlandırmaya çalışmış ve başarılı olmuştur. Ancak onun ölümünden sonra Türk hattatları yine şeyh Hamdullah’ın izinden gitmişlerdir.

İslam dünyasında yaygın bir söz vardır: “Kur’an Mekke’de nazıl oldu, Mısır’da okundu, fakat İstanbul’da yazıldı”. Bu, Türklerin güzel yazma yeteneğini doğrulayan bir anlatımdır. 17. yüzyılın sanatçısı Hafız Osman, Kur’an yazısını geliştirmiş olan ustalardan biridir. Hafız Osman aynı zamanda, Sultan IŞI. Ahmed ve IŞ. Mustafa’ya hat hocalığı da yapmıştır. 25 Kur’an ve çok sayıda murakka ile levha yazmış olan bu usta, en çok okunan hattat ünvanına sahiptir. Hafız Osman’ın bir özelliği de ilk kez sülüs ve nesih yazı ile hilye yazmış hattat olmasıdır.

19. yüzyılda ise Mustafa Rakım’ı “Celi sülüs” yazıyı geliştiren sanatçı olarak görürüz. Yesarizade Mehmet Esat ve oğlu Mustafa ızzet Efendi ise ötekilerden farklı olarak, talik yazıyı tercih etmişlerdir. Sami Efendi de Türk talik ustası olarak ün yapmış bir hattattır. Bu değerli ustanın öğrencileri olan Nazif Efendi, Necmettin Okyay , Hulusi Yazgan, Kemal Batanay onun yolunda çalışmalar yapmış, ölümsüz yapıtlar vermişlerdir.

Osmanlı devletinin resmi yazısı divanî yazı idi. Padişah fermanları, devletin resmi kararları, hep bu yazı türü ile yazılmıştır. Bu yazıda harfler kesintisiz ve birbirine bağlı olduğundan, araya eklenti yapmak ve değiştirmek olanağı yoktur. Osmanlıların günlük yaşamda kullandıkları ve divanî yazıya benzeyen tür ise rik’adır. Padişahın imzası niteliğini taşıyan tuğraların gelişimi de, yazı sanatınınkine paralel olmuştur. Her padişahla birlikte tuğranın yalnız metni değil, formu da az ya da çok değişiklik göstermiştir. Tuğralar, “Tuğrakeş” adı verilen ustalar tarafından yazılıyordu.


Nur Taviloğlu - Sühendan Temeller - Muammer Ülker
istabbul.edu.tr

Kitap Sanatı

KİTAP SANATI




Yazılı ve basılı eserlerin dağılmadan saklanması, yapraklarının

Maden Sanatı Tarihi

MADEN SANATI





Türk maden sanatının uzun bir gelişim süreci vardır. Orta Asya’dan başlayan bu gelişim, Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları ile sürer ve Osmanlılara kadar uzanır. İslam maden sanatı içinde Büyük Selçuklu dönemi, gerek yapım tekniği gerek form bakımından öncü tiplerin ortaya çıktığı bir evredir. Büyük Selçukluların maden sanatı konusunda verdikleri ürünler, dünya müzelerindeki kolleksiyonlar arasında önde gelen örneklerdir.

Anadolu Selçukluları döneminden ise, öteki sanat dallarından farklı olarak, çok az madeni yapıt günümüze gelmiştir. Kalanlardan da gerek teknik gerek malzeme bakımından Büyük Selçuklu geleneğinin sürmüş olduğu anlaşılmaktadır. Bu dönemin malzemesi genelde tunçtur. Rölyef ve kabartma teknikleriyle değişik formların denenmiş olduğu görülmektedir. Tümüyle kıvrık dal ve yaprak süslemeli yüzeyler, bağlantı ve destek yerlerinde kullanılan hayvan başları, Selçuklu süsleme tarzının maden üzerinde de sevilerek kullanılmış olduğunu gösteren özelliklerdir. Bu döneme bir örnek olarak Beyşehir Eşrefoğlu Camii’nde bulunmuş olan yuvarlak karınlı Cami Kandili (1280), Ankara Etnografya Müzesi) verilebilir. Bu yapıt, aynı zamanda Nusaybinli olduğu belirtilen ustanın adını da taşımaktadır. Ortaçağ Anadolusu’nda güneydoğu gelişmiş bir bölge idi. Artuklulara ait pek çok bronz yapıtın, 12. ve 13. yüzyıl maden sanatı içinde ayrı ve önemli bir yeri vardır. Bu dönemde malzeme tunçtan pirince dönmüştür. Ayrıca kazıma tekniği, gümüş ve bakır kakma figürlü kompozisyonlar, özellikle de figürlü kufâi yazının olağan üstü örnekleri bu dönem içinde toplanmaktadır.

Osmanlıların Anadolu’da yeni bir güç olarak ortaya çıkışı ile Türk maden sanatında tümüyle farklı bir dönem başlamıştır. Politik gelişim ve değişimin yanında, bu yeni karakterin oluşumunda kazanılan topraklarla zenginleşen malzemenin de büyük katkısı olmuştur. Güçlü Osmanlı yönetimi, çeşitli sanatlardaki gelişimi bir saray okuluna bağlamayı bilmiştir. Farklı malzemelerdeki ortak özellikler bunu doğrulamaktadır.

15, 16 ve 17. yüzyıllar, maden sanatında “Klasik dönem” olarak adlandırılır. Erken dönem ise, yeni form ve yapım tekniklerinin kullanıldığı, Osmanlı karakterinin belirtilmeye çalışıldığı bir arayış olarak nitelenebilir. 15. yüzyılın ikinci yarısında, tüm sanatlarda olduğu gibi madende de ortak bir özellik oluşmaya başlar. Değişiminde önemli bir nokta da Balkanlar’ın alınmasıyla zengin gümüş yataklarının ele geçirilmesi ve bu malzemenin kullanımının artması olmuştur.

Osmanlı karakterinin belirdiği ilk ürünlerden biri de Fatih Camii’nden müzeye geçen gümüş altın yaldızlı Cami Kandili’dir (Türk ve İslam Eserleri Müzesi). Memlük formundan alınmış bu örnekte, delik işi diye adlandırılan ajurun açıldığı bölümler dışındaki yüzeyler, hafif kabartma olarak, kıvrık dal, yaprak ve hatayi süslemelidir. “Kumlama” adı verilen noktalanmış, hafif çökertilmiş zemin ilginç bir özelliktir. Delik işi bölümlerde ise yalnızca rumi süslemeye rastlanır. Bu, Herat okuluna bağlı bir süsleme tarzıdır. Burada, Doğu’dan ve Balkanlar’dan gelen sanatçıların İstanbul’da oluşturdukları, sentez niteliğindeki saray okulunun değişik bir yönü ile karışlaşılmaktadır.

İnanılmaz zenginlikte dönüşler yapan yapraklar, dört yapraklı yoncalar, 15. yüzyıl ikinci yarısının özellikleridir. Bu tür süslemenin değişik bir görünümüne, yer yer altın yaldızla zenginleştirilmiş Gümüş Tas’ın (Özel Koleksiyon) kabartmalarında da rastlamaktayız. Hayvan figürlerinin de süslemeye katıldığı bu örneğin ilginç bir yönü de Bayezid’in tuğrasını taşıyor olmasıdır. Balkanlar’dan gelen sanatçılarla gelişen işçilik, bu tür örneklerde hemen göze çarpmaktadır. Bu dönemde Sırbistan’daki zengin gümüş bölgesi Novo Brado’dan ve öteki kentlerden bir grup sanatçının saraya gelmiş olduğu biliniyor. Bu yolla Osmanlı süsleme tarzı ile Balkan gümüş işçiliğinin birleştiği yetkin ürünler verilmiştir.

Memlük formları bu dönemde ayrıca şamdanlarda da kullanılmıştır. Dip kısmı geniş, Memlük örneklerinden farklı biçimde daha yüksek ve yukarı doğru belirgin olarak daralan gövdenin üzerinde boğumlu boyun kısmı ve geniş mumluk yer alır. Büyük ölçüdeki bu örnekler daha çok, “Mihrap şamdanı” olarak adlandırılmaktadır. Bu tür örnekler için çok malzeme gerekiyordu. Bu nedenle bakır ve pirinçten olanların sayısı daha fazladır. Dini yapıtlar içinde bulunduklarından, süslemeleri de çok azdır. Kimi örneklerde ise vakfedenin adını ve vakfedildiği yeri belirtilen dekoratif yazılara da rastlanmaktadır.

16. yüzyılda, gümüşün yanı sıra bakır yapıtlarda da süslemeye rastlamaktayız. Bu malzeme ile yapılmış örneklerde, kademeli olarak kıvrık dal ve yaprakların üzerinde lotus ile palmetler yer alır. 16. yüzyıl başlarına tarihlenen bakır üzerine kazıma tekniğindeki Tencere’de (Topkapı Sarayı Müzesi) bakır ürünlerin çarpıcı teknik görünümlerinden biriyle, zeminin yatay çizgilerle doldurulmasıyla karışlaşmaktayız. ıç içe gelişen geometrik yüzeyler içindeki bu süslemenin değişik örneklerini kahve tepsilerinde de buluyoruz. Kahve tepsileri ayrıca, Osmanlı maden ustalarının çok sevdiği balık motifi ile de zenginleştirilmiştir.

Bakır, Osmanlı maden sanatı içinde en çok kullanılmış olan malzemedir. Anadolu’da zengin bakır yatakları bulunmaktadır. Ergani-Maden, Kastamonu-Küre ve Karadeniz’de Osmanlılardan önce de işletilen bakır ocakları, bu dönemde de aynı hızla çalıştırılmıştır. Buna bağlı olarak da madenciler esnaf teşkilatı içinde geniş bir yer edinmişlerdir.

16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl başından kalan yapıtların çoğunluğu ise gümüştendir. Bu yapıtlarda, keramik alanındakilere benzer formlar görülür. Bu arada maşrapa, ibrik, sürahi gibi öncülüğünü madeni eşyanın yaptığı örnekler ortaya çıkmıştır. Bir yandan da erken dönemin süsleme anlayışı sürmektedir. Yalnız belirtilmesi gerekli önemli bir durum daha vardır: Osmanlı ustası, hep yeni ve değişik bir form arayışı içinde olmuştur. Değişik formlar arasında sayabileceğimiz bir tür de buhurdanlardır. Buhurdanlar, aşağı doğru genişleyen ayak, kulp ve küresel gövdeden oluşur. Kubbemsi gövde kapağı, buhurun yayılması için delik işi dediğimiz teknikle oluşturulmuş, 17. yüzyıl boyunca da yalın çizgilerle elde edilen rumi ve palmetlerle süslenmiştir. 16. yüzyılda örnekleri görülen yüksek mihrap şamdanları, 17. yüzyılda da sevilen bir form olmuştur. Bir başka şamdan tipi ise, yine 16. yüzyılda görülen ama 17. yüzyılda çok popüler olan “Lale şamdanları”dır. Lale şamdanların çok kollu olan örnekleri de bulunmaktadır.

17. yüzyılda özellikle gümüş yapıtlar üzerinde zengin süslemeye rastlıyoruz. Tezhip süslemesi benzeri kıvrık dal, hatayi rozet ve yapraklardan oluşan bir kompozisyonla doldurulmuş dilimli madalyonlar, şemseler, dizi çiçek ve yapraklardan oluşan şerit süsler, bu zenginliği arttıran özelliklerdir. Bu denli yetkin ve uyumlu bir düzenleme de ancak, saray okulunun varlığı ile açıklanabilir. Gümüş üzerine altın yaldızın kullanıldığı, şadırvanın yanı sıra kuş kafesini de anımsatan Buhurdan (Türk ve İslam Eserleri Müzesi), yukarıda sözünü ettiğimiz zengin süslemenin tipik bir örneğidir. Aynı nitelikleri, Sultan I. Ahmed Türbesi’nden getirtilen Gümüş Rahle’de (Türk ve İslam Eserleri Müzesi) de görmekteyiz. Bu yapıtta, bir Osmanlı sultanına yaraşır asalet söz konusudur. Rahlenin üzerinde Sultan Osman tarafından babasının türbesine vakfedildiği yazmaktadır (tarih 1618).

Kumaş, çini, tezhip, işleme ve ahşabın oluşturduğu klasik Osmanlı süsleme sanatı içinde, maden sanatında farklı bir durum hemen dikkati çekmektedir. Tüm bu dallarda 16. yüzyılın ikinci yarısında gelişen natüralist süsleme, maden sanatında birkaç örnek dışında pek görülmez. Bu alanda natüralist süsleme, ancak 18. yüzyılda gelişmiştir.

1698 tarihli Gümüş Bakırdan (Türk ve İslam Eserleri Müzesi) döneminin son yapıtlarından biridir. Yuvarlak kubbe biçimli kapak formu sürmektedir, ama yapıtta aynı zamanda yeni bir anlayışın ilk belirtileri de göze çarpmaktadır. Bu da yavaş yavaş kendini göstermeye başlayan Avrupa etkisidir. Bu dönemde Avrupa ile ticaret gelişmiş, birçok Avrupa eşyası Osmanlı ülkesine girmiştir. Bunun sonucu olarak da süsleme ve formlarda değişik özellikler ortaya çıkmıştır. Öte yandan, maden sanatının kendi içindeki gelişimi de sürmektedir. 18. yüzyılda süsleme repertuarı tümüyle değişmiş, yapıt sayısı çoğalmış, malzemede de ağırlık bakıra kaymıştır.

Bakır, kalaylandığı zaman gümüşe benzemesi, temizlemedeki kolaylığı ve sağlıklı olması nedeniyle Türk mutfağının vazgeçilmez malzemesi olmuştur. Türk yemek kültürüne özgü bir tip de sinilerdir. Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki, 18. yüzyılı ait Sini’nin yuvarlak yüzeylerde kullanılan bir düzenlemenin sonucu olarak üç bölüme ayrıldığı görülür. Ortadaki madalyonda ise, Osmanlının çok sevdiği bir motif olan “Mühr-ü Süleyman” yer almaktadır. Bu altı köşeli motifin kökeni çok eskilere dayanmaktadır. Yiyecek ve su ile ilgli formların çoğunda göbek motifi olarak kullanılmıştır. Bir başka inanca göre de Mühr-ü Süleyman motifi dayanıklığın sembolüdür.

Osmanlı maden sanatı içinde en çok kullanılmış olan formlardan biri de ibriklerdir. Su ibriği, abdest ibriği gibi değişik adlar alırlar. Bu arada 18. yüzyıl içinde servi, lale, nar gibi natüralist motifler de süslemeye girmeye başlar. 18. yüzyılın bir başka formuda lengerlerdir. Derin orta kesimi ve yayvan geniş açılan kenarı ile bu bakır tabakların çapı 25-40 cm. arasındadır. Daha çok, bir servis tabağı niteliği taşırlar. Orta kısım, çoğu örneklerde dekorsuzdur. Bazen de Mühr-ü Süleyman motifi yer alır. Bütün süsleme ise, kenar bordürü üzerinde yoğunlaşır.

Kahve tepsileri ise form olarak fazla değişiklik göstermemelerine rağmen, yüzyıllara göre değişen süslemeleri ile zengin bir repertuara sahiptirler. Bereketi sembolize eden balık motifi, kahve tepsilerinin değişmez süslemelerinden biridir. Türk kahve kültürünün önemli bir ögesi de değirmenlerdir. Pirinç silindirik gövde ve kazıma tekniğindeki stilize yaprak süslemeye sahip değirmenlerin, kahve ile ilgili dizeler içermeleri açısından, etnografik yönleri de ağır basar:

Ehl-i keyfin keyfini ne tazeler

Taze elden pişmiş, taze kahve tazeler.

Bu örnek,değirmenlerde yer alan ve çok bilinen dizelerden biridir. Değirmenlerin ilk örneklerini, 18. yüzyıl sonuna doğru bulmaktayız. Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan demirden yapılmış küçük Kahve Değirmeni ise, değişik tekniği ile farklı bir görüntü sunmaktadır. Gümüş kakma süslemelerinin yanı sıra altın kakma “Fikri” yazısı da ya sahibini, ya da ustasını belirtiyor olsa gerek...

18. ve 19. yüzyıllarda çok sık görülen bir süsleme tekniği de altın yaldızdır. Bu süsleme tarzı, “Tombak” olarak adlandırılmaktadır. 16. ve 17. yüzyıllarda da örnekleri görülen bu süsleme, bakır ya da pirinç üzerine cıva oksitle yapılan altın kaplama biçimidir. Altın, cıva oksitle karıştırılarak bakır ya da pirinç üzerine sürülür. Isıtılan altın, yüzey üzerine geçirilmiş olur. Teknik güçlüklerine ve yapımı sırasındaki zehirleyici özelliğine rağmen, altından ayırt edilemeyişi nedeniyle zengin sınıfın tombak yapıtlara çok rağbet ettiği anlaşılıyor. Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ndeki Tepsi bu teknikle yapılmış, artık tümüyle yerleşmiş olan Avrupa süsleme anlayışını da yansıtmaktadır. Bu dönemde Rokoko süsleme herkesin beğenisini kazanmıştır. Kazıma tekniğindeki yaprak ve çiçekli dallar tepsiyi çevreliyor. Süslemeli bir madalyon içine yazılmış kitabe ise, 1784 tarihini veriyor. Bu tür süsleme, yeni giren formlarla birlikte 19. yüzyıl boyunca sürmüştür. Klasik armudi gövdeli gümüş gülaptan da tümüyle değişmiştir. Yalnız kaidesi, ayağı ve süslemeleri ile aynı geleneği sürdürmektedir. Sultan IŞ. Mahmud’un kızı Adile Sultan tarafından kocasının türbesine vakfedilen yapıt, üzerindeki Abdülaziz tuğrası ile 19. yüzyıl ikinci yarısına tarihlenmektedir. Bu dönemde klasiğin yanı sıra, yeni formlar da denenmiştir. Üç ayaklı tepsili buhurdanlar, bakır üzerine tombak işleri, süslemenin tümüyle değiştiğini gösteren örneklerdir.

Abdülmecid döneminde tarihlenen altın yaldızlı bir Tunç Musluk (Türk ve İslam Eserleri Müzesi) örneğinde, bu süsleme tarzının değişik bir form üzerinde nasıl kullanılmış olduğu görülmektedir. Öte yandan, ilerleyen zaman içinde askıları da değişik bir tür olarak görüyoruz. Askılar, keramik ya da çeşitli madenlerden yapılır, kıymetli taşlarla süslenir ve türbe, cami ya da saray odalarının tavan ve kubbelerinde, taht tavanlarında süs olarak kullanılırdı. Bu dönemde ayrıca mine tekniğinin kullanılmış olduğu leğen ve ibriklerden oluşan bir grup yapıta daha rastlanmaktadır. Bu tür örnekler İstanbul kökenli olabildiği gibi, bu tekniğin çok gelişmiş olduğu Diyarbakır yöresinde de yapılıyordu.

Kısaca gördüğümüz gibi maden sanatı, form, teknik ve değişen malzemeler içinde her yüzyılda farklı görünümlere bürünmüştür. Bu alanda son olarak belirtilmesi gereken bir durum da yapıtların hiç aşırıya kaçmayan mütevazi bir zevkle yapılmış olmasıdır.

 Tarcan Yılmaz
 istanbul.edu.tr

Perşembe, Ocak 16, 2014

20. Yüzyıl Sanatı

YİRMİNCİ YÜZYILIN SANATI


Bu makaleye ek olarak: Görüyoruz ki sanat denilen kavram zaman içerisinde,

18. ve 19. Yüzyıl Batı Sanatı

18. ve 19. YÜZYIL BATI SANATI




Ünsal Yücel

17. yüzyılda doğan Barok üslup, hayli değişmiş olarak 18. yüzyılda da varlığını sürdürmüştür. Barok sanatın gölge-ışık karıştlığına dayanan çarpıcı, içe işleyici dramatik etkisi giderek kaybolmuş ve yerini yumuşak hatta biraz gevşek bir üsluba bırakmıştır. Bu, seyirciyi etkilemekten çok oyalayan, göz alıcı ama o ölçüde yüzeysel bir üsluptur. Resimsel nitelikler zayıflamış, dekoratif, süslemeci bir işlev ön plana geçmiştir. Bu dönemin saray ve köşklerinin iç dekorasyonu ve mobilyaları da bu yeni üslubu yansıtmaktadır. Sanat tarihçileri, bitkisel bezemelerin ve duvarları kaplayan resimlerin göz oyalayan, tasasız ve yaldızlı üslubunu “Rokoko” diye adlandırmışlardır. Bu sözcük, Fransızca rocaille sözünden gelmektedir. Rocaille, çürük yapılı taşların harçla karıştırılmasıyla oluşturulan yapay kayalıklara verilen addır. Bunun bir örneği, İstanbul’da Emirgan Korusu’ndaki büyük havuzun kenarında görülebilir. Fransız Rokoko ressamı Fragonard’ın Saint-Cloud’da Eğlence (Banque de France, Paris) adlı resmi, o dönemde saray çevrelerinin çok hoşlandıkları bu tür bir parkı ve park yaşantısını başarıyla yansıtmaktadır.

Siyasal ve ekonomik durum bozuldukça, saray bu tür açık hava eğlentilerine daha çok yönelmiş, tıpkı bizim Lale Devri’nde olduğu gibi, sorunları halkın gözünden uzaklaştırmak için dedikodulu mesire eğlenceleri alıp yürümüştür. Bu dönemde göz alıcı giysili hafif meşrep hanımların, peruklu, fraklı çapkın erkeklerin gönül ilişkileri günlük yaşamın olduğu gibi sanat yapıtlarının da başlıca konusu haline gelmiştir. Dönemin portre sanatı bile bu beğeniye uymuştur. Boucher’in Madam Pompadour Portresi (Victoria and Albert Museum, Londra) Fransa Kralı’nın şatafatlı giyimi aşırı makyajıyla bir taş bebeği andıran metresinin salt fiziki güzelliklerini yansıtmaktadır. Barok resim sanatındaki kişinin dış görünüşü kadar iç dünyasını da yansıtan portrelerden çok farklıdır.

Sanatın dekorasyona kayması, sadece bir süsleme ögesi olarak görülmeye başlaması, aslında sakıncalı bir tutumdur. Sanatın anlatım olanaklarını alabildiğine kısıtlar, onu gerçeklerden koparıp yavanlaştırır. Bu yüzden kimi sanat tarihçileri, resmin bezemeye, heykelin porselen biblolara dönüştürüldüğü Rokoko sanatını bir çöküş üslubu diye tanımlarlar. Yine de özellikle Fransa sarayı ve soylular çevresinin bazı yetenekli ressamları bu üslubu da özgün bir sanat düzeyine çıkarmayı başarmışlardır. Bu sanatçılardan biri de Fragonard’dır. Salıncak (Wallace Koleksiyonu, Londra) adlı yapıtında bir park köşesinde çapkınca eğlenen bir çift görülmektedir. Hanımın fırlayan pabucu, açılan eteği bu dedikodulu yaşama ince bir nükte katmaktadır.